İki gündür ara vermeden kar yağıyor. Kırmızıya boyalı Uzaklar II kar fırtınasının altında yavaş yavaş, bir bukelamun gibi renk değiştiriyor. Antarktika’nın beyazdan başka renge tahammülü yok anlaşılan. Kar taneleri her yanını beyaza bürümek istercesine teknenin üzerine düşüyor. Bir süre sonra güverte, yelken kılıfları, şişme bot beyaz bir örtüyle kaplanıyor. Günlerdir beyaza bakmaktan yorulan gözlerimizi biraz olsun dinlendiren kırmızı zeminler önce pembeye sonra beyaza dönüyor.
Kamaranın içinde havanın düzelmesini bekliyoruz. Bekleyen sadece biz değiliz. Sibel’in hava bozmadan önce yıkadığı çamaşırlar da bizimle beraber güneşin yüzünü göstermesini bekliyorlar. Kamaranın tavanından sarkan ıslak çamaşırlar arasında ısınmaya çalışıyoruz. Fakat bu hiç kolay bir iş değil. Antarktika ve ısınmak; bunlar birbirine o kadar zıt kavramlar ki… Deniz suyu sıcaklığı 1 derece. Tekneyi saran buzlu sular soğuğu karinadan sintineye iletiyor. Adeta devasa bir derin dondurucunun üzerinde oturuyor, yiyor, içiyor, uyuyoruz.
Uzaklar II’de bulaşık deniz suyuyla yıkanıyor. Bulaşık eldivenlerinin içine yün eldivenler giymek gerekiyor. Ancak su o kadar soğuk ki, bu önlem bile yeterli olmuyor. İki tabak çalkalayan Sibel’in elleri donuyor. Eldivenleri çıkarıp ellerini birbirine sürterek, ağzıyla hohlayarak ısıtmaya çalışıyor.
Koşullar zor olmasına rağmen bu durumdan hiç şikayetçi değiliz. Buraya kendi arzumuzla geldik. Nelerle karşılacağımızı az çok tahmin ediyorduk. Üstesinden gelmeye çalıştığımız çetin koşullara rağmen, ancak belgesellerde izlenebilecek bir coğrafyayı ve vahşi yaşamı canlı olarak izleyebiliyoruz.
Uzaklar II Cuverville adlı küçük bir adanın batı yakasında demirli. Dışardan penguenlerin bitmek bilmez çığlıkları geliyor. İki gün önce neredeyse bütün günü bu sevimli yaratıklarla birlikte geçirmiştik. Kar fırtınasının geçmesini beklerken o gün gördüklerimizi hatırlıyorum.
Binlerce penguen bu adayı mesken tutmuş. Burada doğuyor, büyüyor, avlanıyor, çiftleşiyor, çoluğa çocuğa kavuşuyor ve ölüyorlar. Bu mevsim yavrulama mevsimiymiş. Adada sahilden yamaçlara kadar her yer, minik taşlardan yapılmış yuvalar ve bu yuvalarında bebeleriyle birlikte lohusalığın keyfini çıkaran annelerle dolu.
Yumurtadan çıkmış yavrular kafalarını annelerinin bacakları arasına sokmuş ısınmaya çalışıyorlar. Aralarından geçip adanın tepelerine doğru yürüyoruz. Hiç biri varlığımızdan rahatsız olmuyor. Sibel’e dönüp bilgi veriyorum: “Penguenlerde insan korkusu yoktur…” O anda aklıma geliveren ve önemli bir şeymiş gibi söylediğim bu cümle Sibel’i şaşırtmıyor: “Tabii olmaz, burada insan yok ki…”
Ana penguenlerin yanında ikinci bir penguen ayakta duruyor. Beyaz göğsünü gururlu bir edayla şişirmiş olmasından ailenin babası olduğuna hükmediyoruz. Sürüdeki penguenler sık sık kavuniçi gagalarını gökyüzüne çevirerek tuhaf çığlıklar atıyorlar.
Yüzlerce penguenin haykırışı kulaklarımızı tırmalıyor. Niçin böyle davranıyorlar… Bunu anlamak için fazla zaman geçmesi gerekmiyor. Başımızın üstünden geçen kara bir gölge şimşek gibi sürünün içine dalıyor. Boz renkli bir kuşun ağzında yumurtadan yeni çıkmış bir yavruyla havalandığını görüyoruz. Anne penguen sarsak hareketlerle o tarafa doğru çaresiz birkaç adım atıyor. Fakat çok geç…
Kafamızı yukarı kaldırınca yırtıcı skua kuşlarını fark ediyoruz. Orada, hemen üstümüzdeler… Uzun kanatlarını açmış, penguen kolonisinin üzerinde geniş daireler çiziyorlar. Demin üstümüzden geçen kuş az öteye inip kocaman kıvrık gagasıyla avını didiklemeye başlamış bile. Öfkeyle ona bakıyorum. Yerden bir taş alıp atmaya hazırlanırken Sibel engel oluyor: “Üzülme, tabiatın kanunu böyle…”
Zavallı annelerin lohusalığı hiç de düşündüğümüz gibi keyifli değilmiş. Bugüne kadar sadece fotoğraflardan tanıdığımız penguenler gözümüze cici, sevimli şeyler olarak görünürdü. Gene de öyleler… Ancak tepelerinde dönüp duran ölüm meleklerini görünce… Azrailin gölgesinde yavrularını büyütmeye çalışan bu cici yaratıklara şimdi saygı da duymaya başlıyoruz.