Üçüncü günün sonunda ölü denizlerin boyu biraz küçülünce botla karaya çıkmaya hazırdık. Uzun sahildeki kısa bir açıklığın önünde dalgaların biraz daha az kırıldığını fark etmiştik. O tarafa doğru kürek çekmeye başladık. İkimizin de üzerinde mayolar var. Dalgaların kırıldığı bir sahilden ıslanmadan karaya çıkmak neredeyse imkânsız bir iş. Sibel küçük fotoğraf makinesini su geçirmez bir yemek kabına koymuş, üzerine de birkaç kat naylon torba geçirmiş.
Sahile yaklaşınca dalgaların uygun bir anını beklemeye başladık. Üç büyük dalgadan sonra 10-15 saniyelik bir boşluk oluştuğunu gördük. Hazırlanıp üçüncü dalgadan sonra karaya doğru küreklere asıldık. Küçük bir dalga altımıza girip botu sahile doğru itmeye başladığında denize atlayıp, botu iki yanından tutarak kumsala doğru çekmeye başladık. Çok hızlı hareket etmemize rağmen arkadan yetişen yeni ve büyük bir dalga kırılarak botun içini yarıya kadar suyla doldurdu. Ama botu ters kapaklanmaktan koruduk. Karaya çıktığımızda ikimiz de sırılsıklamdık.
Akşama kadar adada dolaştık. Dışarıdan kupkuru bir çölü andıran düzlüklerde yürüdükçe adanın canlı olduğunu, kendilerini bu ortama uydurmuş bitki ve hayvanlara ev sahipliği yaptığını gördük. Kayaların gölgesinde yeşermiş küçük bitkiler, ayrık otu öbekleri, kurumuş dere yataklarında uzamış toprağa yapışık tuhaf sarmaşıklar gördük.
İçerilere doğru yürürken yalnız değildik. Bir taş gölgesinden diğerine seğirten kertenkeleler, serçe iriliğindeki kuşlar adalarına gelmiş bu yabancıların her hareketini ilgiyle takip ediyorlardı. Adanın kayalık zirvelerinden yuvarlanmış mantar şeklindeki dev bir kayanın gölgesine oturduğumuzda, kuşlar da bizimle birlikte mola verdiler.
Yüzlerce minik kuş bir metre yanımıza kadar sokularak sivri gagalarını açıp kapamaya, anlamadığımız bir şeyler söylemeye başladılar. Göğüsleri beyaz, başlarının üstü kestane rengi olan küçük yaratıklar merakla gözümüzün içine bakıyordu. Görünüşe göre henüz insan korkusuna sahip değildiler. Bazısı bir metrelik sınırı geçecek kadar yanaşıyor, sonra cilveli bir sıçrayışla tekrar arkadaşlarının yanına dönüyordu.
Bir saatlik bir yürüyüşün ardından adanın kuzey sahillerine bakan yüksek bir tepeye ulaştık. Çok ilerilerde kumdan meydana gelmiş başka tepeler görünüyordu. Bulutsuz gökyüzünde yükselen güneşin ışınlarının kafamızı yaktığı yetmiyormuş gibi, çıplak topraktan yansıyan ışınlar vücudumuzu da kavuruyordu. Etrafta hiç ağaç yoktu.
Nihayet bodur bir ağaç gördüğümüzde kendimizi gölgesine attık. Ben soluklanırken, Sibel elinde küçük bir karpuzu andıran meyveyle geldi. Yanımızdaki çakıyla kesince içinin de karpuzu andırdığını gördük. Susuzluktan kavrulmuştum. Küçük bir parça ısırdım. Isırmamla birlikte ağzımın içi yanmaya başladı. Hemen tükürdüm, ancak zehir gibi bir tat ağzımı kaplamıştı. Başım da dönmeye başlamıştı. Zehirlendiğimi düşünerek ağacın gölgesine uzandım. Yarım saat sonra kalktığımda hala hayattaydım, ama ağzımın içi yanmaya devam ediyordu.
Adanın doğusuna vardığımızda buradaki çadırın adalar arasında avlanan balıkçıların geçici kampı olduğunu öğrendik. Akşamüstü açıkta iki tekne göründü. Balıkçılar 7 metrelik üstü açık kayıklarını, ucuna tahta parçaları bağlı uzun sopalarla kürek çekerek sahile yanaştırdılar. Tekneler kırılan dalgaların arasından, içlerine bir damla su bile aldırılmadan, ustalıkla karaya çekildi.
Un çuvallarını birbirine ekleyerek yaptıkları Latin yelkenlerini indirip kayıkların içine yatırmışlardı. Her havada denize çıktıklarını, yelkenle uzak mesafelere gittiklerini öğrendik. Kahverengi derileri güneşi ve denizin tuzunu yiye yiye meşine dönmüştü. Bu gözü pek balıkçıların dünyanın en denizci insanları olduğunu düşündük.
Uzaklar II Santa Luzia Adası’ndan sonra Sao Vicente Adası’na demirledi. Buraya kaptan Yasin Ünlüsayın’ın İstanbul’dan yolladığı, Ais cihazımıza ait gps antenini teslim almak için geldik. Yasin Kaptanın Kanaryalar’a yolladığı Ais cihazını ilk defa kullanıyoruz. Küçük teknelerde şimdilik pek bulunmayan, ama gerektiğinde can kurtaracak çok önemli bir seyir yardımcısı. Kullanmasını iyice öğrenince daha ayrıntılı bilgi vereceğim.