Masadan kalkıp havaalanına koşuyoruz. Yer müsait olduğu için biletim lüks mevki kesilmiş.
Uçakların ön tarafında bulunan bu yerin içinden daha önce de geçmiştim. Ama o kocaman koltuklarda ilk defa oturacağım. Herkes yerine geçtikten sonra uçağa binmeye karar veriyorum.
Lüks mevkide oturan yolcuların uçağın arkasındaki koltuklarına ilerleyen diğer yolculardan gözlerini kaçırdıklarını görürdüm. Aynı bakışlarla karşılaşıp ezilmemek için tüm yolcuların binmesini bekliyorum. Sıram geldiğinde bu önlemin gereksiz olduğu anlaşılıyor. Uçağımız çok büyük bir model, lüks mevkiinin girişi de yeri de ayrı.
Koltuğuma oturduğumda şık bir hostes yanıma geliyor. Gülümseyerek elindeki ayaklı kadehi uzatıyor. Bardağı alıp ağzıma götürüyorum; şampanya… Tam zamanında havalanıyoruz. Biraz sonra aynı hostes gelip elime gri bir dosya veriyor. Açıyorum. İçinde ‘Ala Carte Menu’ yazıyor. Altındaki yemek isimlerini hayretle okuyorum.
Bu yazanlar bir uçakta olabilir mi… Kereviz, Ceviz ve Ördek Etli Salata, Kremalı Taze Kuşkonmaz Çorbası, Izgara Dülger Balığı, Dana Şiş Kebap, Enginarlı Ravioli, Baklava, Vanilyalı Dondurma…
İçecek listesi daha da şaşırtıcı. Yıllanmış porto şaraplarından malt viskilere kadar uzanan ayrıntılı bir liste. Nasıl olsa rakıya gidiyoruz. Bir Mendoza şarabı ısmarlıyorum. Yandaki kahvaltı listesinde gözüm ortalarda bir satıra takılıyor; ‘Ispanaklı Börek.’ İşte bu harika. Ne zaman sabah olacak.
Gece koltuğum yatak oluyor. Bu lüks mevkide seyahat çok yıldızlı bir otelde konaklamaya benziyor. Uçan beş yıldızlı bir otel. Günümüz ekonomik sisteminin havada ulaştığı son nokta.
Yattığım yerde yediklerimi hazmetmeye çalışırken kafama tuhaf düşünceler üşüşüyor. İnsan lükse nasıl kolayca alışıyor. Karl Marks acaba günümüzde yaşasaydı ne yapardı. Eğer THY uçağıyla benim yaptığım seyahati yapsaydı belki de Kapital’i yazmaktan vazgeçerdi!
Sabah uyandığımda perdeyi açıp camdan aşağıya bakıyorum. Külah biçimli bir adanın üzerinden geçiyoruz. Bu adayı tanıyorum; Stromboli. Tepesi baca gibi tütüyor. İki yıl evvel yanından geçmiştik, şimdi üzerinden geçiyoruz. Demek ki Akdeniz’e geldik. İki saat sonra İstanbul’dayız.
Kahvaltımı bitirmeye çalışırken kabin görevlilerinden biri yanıma geliyor: ‘Merhaba Osman Ağabey…’ Rumeli Kavaklı balıkçılardan Murat Köseoğlu benden epey hava durumu raporu almış.
Bir isteğim olup olmadığını soruyor. Önümdeki peynir tabağına bakıyorum. Artakalan peynirlerle bir hafta daha kahvaltı yapabilirim. Soruyorum: ‘Bu tabağı ne yapacaksınız Murat.’ Boynunu büküp cevaplıyor: ‘Dökeceğiz…’ Olur mu öyle şey. ‘Bir torbaya koyup bana getirir misin?’ ‘Seve seve Osman Abi…’
Mersin adlı uçağımız Yeşilköy üzerinden alçalarak piste indiğinde saatime bakıyorum. Brezilya’dan havalanalı yalnızca on iki saat olmuş. Tuhaf bir duygu bütün benliğimi sarıyor. On iki saatte geldiğimiz yolu gitmemiz bir yıldan fazla sürmüştü. Uçaktan inerken kendimi zaman makinesinden çıkmış gibi hissediyorum.
İstanbul ne kadar sıcakmış. Kalın pantolon bacaklarıma yapışıyor. Bavulları koyduğum arabayı iterek bekleme salonuna doğru ilerliyorum. Dışarıda yolcu yakınları bekliyor olmalı. Kapı bir ara açılıp kapanıyor. Bir an dışarıdaki kalabalığı görüyorum.
Bir sürü insan merakla bekleşiyor. O bir saniyelik zaman diliminde gözüm bir kişiyi seçiyor. Uzun boylu bir genç kızı… Onun Deniz olduğunu hemen anlıyorum. ‘Kan çekmesi’ denilen şey bu olmalı. Heyecanla arabayı o tarafa doğru itiyorum.