Parana nehrinin sığ sularındaki karaya oturma maceraları ikimizde de bir nevi paranoya oluşturdu. Uzaklar II her an harita gösterilmeyen yeni bir sığlığın üzerine çıkacakmış gibi bir ruh hali içindeyiz.
Açık denizde giderken bile gözüm sık sık derinlik göstergesine takılıyor. Eski denizcilerin seyre çıkan tekneler için diledikleri temenninin anlamını artık daha iyi idrak ediyorum: “Hayırlı yolculuklar. Omurganızın altından su eksik olmasın!” Bu dileği sık sık Uzaklar II ve diğer tüm tekneler için diliyoruz: “Hepimizin omurgasının altından su eksik olmasın.”
Mar del Plata’nın uzun mendireklerine yaklaşırken haritalar yeniden kontrol ediliyor. Bir elimde büyüteç derinliklere bakıyorum. Güneyden sarkan bir kum bankı ortaya yaklaşıyor. Sığlığın üzerindeki en düşük derinlik hem kâğıt haritalarda, hem elektronik haritalarda üç metre olarak belirtilmiş. Yani üzerinden rahatlıkla geçebileceğimiz bir derinlik.
Biraz daha yaklaşınca kanalın ortasında, tam rotamız üzerinde büyük dalgaların kırıldığını görüyoruz. Dümendeki Sibel’e iyice sancağa kaymasını söylüyorum. 50 metre ileride kocaman dalgalar köpükler saçarak birbiri üzerine devriliyor. Sığlık haritalarda gösterildiğinden çok daha güneye sarkmış. Giriş kanalının tam ortasına kadar uzanıyor. Allahtan dalga var da sığlığın yeri belli oluyor. Sakin havada bankı görmeyip üzerine çıkmak işten bile değil.
İçeri girmek için kuzey mendireğine çok yakın geçmek gerekiyor. Hava kararmak üzere… Eğer biraz daha geç kalsaydık burada başımız büyük derde girebilirdi. Üç günlük seyirden sonra kimse bütün bir geceyi liman ağzında volta atarak geçirmek istemez. Eminim biz de karanlığa rağmen içeri girmeye teşebbüs ederdik.
Kanaldan geçerken Sibel’le konuşuyoruz. “Bu sığlık çok can yakar. Niçin ucuna çakarlı bir şamandıra koymamışlar.” Uzaklar II limanın sakin suyuna girince rahatlıyoruz. Teknelerin bağlandığı iskeleler limanın batı ucundaki bir girintide yer alıyor. Ancak girintinin önünde bir yaya köprüsü uzanıyor. İçeri girebilmek için görevlinin köprüyü açması gerekiyor. Bu bilgileri elimizdeki kılavuz kitaptan öğreniyoruz. Kitapta yazdığı gibi telsizle anons yapıyoruz. İçeri girmek istediğimizi söylüyoruz. Ancak kimse cevap vermiyor.
Görevli evine gitmiş olmalı. Geceyi dışarıda geçireceğimiz belli oldu. Ne yapacağımızı düşünürken biraz ilerde büyük bir Fransız yatının demirlemiş olduğunu fark ediyoruz. Mürettebat ellerindeki fırçalarla güverteyi yıkıyor. Herhalde onlar da içeri giremediler. Biraz açığına demirimizi bırakıyoruz.
Tekneyi neta ederken Fransız yatından ayrılan bir bot hızla yanımıza gelip aborda oluyor. İçindeki beyaz saçlı adam heyecanlı bir sesle “Ekrem İnözü’nü tanıyor musunuz?” diye soruyor. Tanımaz mıyım… Yıllar önce 17 metrelik teknesi Anouk’la Karayipler’den Fransa’ya uzun bir seyir yapmıştık. O seyirde verdiği Anouk yazılı mavi tişörtü hâlâ giyerim. Beyaz saçlı adam Fransız yatının sahibiymiş. Ekrem İnözü’yle aynı ralliye katılarak dünyayı dolaşmışlar.
Mar del Plata’ya iki hafta önce varmışlar. “Bu kadar zamandır burada ne yapıyorsunuz.” diye soruyorum. Üzüntüyle başını sallıyor: “Sorma, başımıza neler geldi.” Bir solukta başlarına geleni anlatıyor. Liman ağzına vardıklarında geceymiş. İçeri girerken kanaldaki sığlığın üzerine çıkmışlar. Teknenin dümeni parçalanmış. Az daha batıyorlarmış. Telsizden “May Day” çağrısı yapmak zorunda kalmışlar. Tekne güçlükle kurtarılmış. Hemen karaya çekilmiş. Yaralarını sarmaları iki hafta sürmüş.
Christian bunları anlatırken Sibel’le birbirimize bakıyoruz. Aklıma biraz önce sığlığı bordalarken konuştuklarımız geliyor. Denizde hayatlarımız pamuk ipliğine bağlı. Altımızdaki tekne ne kadar modern aletlerle donatılmış olsa da, ne kadar sağlam olsa da, mürettebatı ne kadar bilgili, dikkatli ve tecrübeli olsa da, öyle bir an geliyor ki bunların hiç biri işe yaramıyor. Selamet ve felaket bir terazinin iki kefesine konmuş iki eşit ağırlık gibi hassas bir dengeyle salınıyor. Biz dengeyi korumak için elimizden geleni yapıyoruz. Bundan sonrasını kaderimiz belirliyor. Ne diyelim… Allah tüm denizcilere selamet versin!