Havalar birkaç günden beri çok soğuk. Güney Yarıküre’de kış mevsimi artık kendini iyice hissettiriyor. Dün Caleta Olla adlı yeni bir koya doğru yola çıkıyoruz. Koya girerken Sibel’in seslendiğini duyuyorum: “Osman, şuraya bakar mısın…” Başımı gösterdiği istikamete çevirince ürperdiğimi hissediyorum.
Zirveleri karla kaplı iki dağın arasında mavi bir duvar yükseliyor. Soluk mavi ışıltılar saçan duvar, sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi duruyor. Bir an masallarda tasvir edilen büyülü bir dağa baktığım hissine kapılıyorum. Ancak bu duygu uzun sürmüyor. Yeniden Sibel’in sesini işitiyorum: “Orası buzul, Hollanda Buzulu…” Bunu duyunca hayatımın ilk buzuluna baktığımı anlıyorum. Kalın buz tabakasının içinde adeta görünmez bir ışık yanıyor. Havaya uçuk mavi ışıltılar gönderiyor. Muhteşem bir görünüm… Gözlerimi ayıramıyorum.
Tekneyi halatlarla sahildeki ağaçlara bağlarken gökyüzü rüzgârın sürüklediği siyah bulutlarla kaplanıyor. Barometre düşmeye devam ediyor. Bütün bu emareler havanın bozacağına işaret ediyor.
Önce sıcaklık düşüyor. Arkasından kuzeybatıdan esen rüzgâr kuvvetleniyor. Yağmur şeklinde başlayan yağış kısa sürede tipiye çeviriyor. Hava karardığında ise lapa lapa kara… Kar yağışı bütün gece devam ediyor. Sabah kalktığımızda teknenin üzerini beyaz bir örtüyle kaplanmış buluyoruz. Kar kalınlığı güvertede bir karışa yaklaşıyor.
Dışarda sıcaklık sıfır derece. İçerde ise biraz daha yüksek; 8 derece. Kaloriferi günde sadece dört saat çalıştırıyoruz. Sabahları iki saat… Akşamları da iki saat… Mazotumuz ve artık son demlerini yaşayan aküler ancak bu kadarına izin veriyor.
Soğukta yaşamaya alışmamız lazım. Sibel ortama çabuk uyum sağlayacağa benziyor. Sıkı sıkı giyiniyor. Günlüğünü yazarken bile eldivenleri elinde. Bense henüz eldivenle yazmaya alışamadım. Teknenin etrafında, buz gibi sulara neşeyle dalıp çıkan denizaslanlarına imrenerek bakıyorum.