Dört uzun günün ardından kara görünüyor. Vardiya Sibel’de. Havuzluktan seslendiğini duyuyorum: “Osman koş! Kara göründü…” Yattığım yerden fırlıyorum. Sancak baş omuzluğumuzda, ufuk çizgisinin orada, beyaz bir dağ yükseliyor. Pasta kremasından oluşmuş gibi duran sivri tepelere hayretle bakıyorum. Bugüne kadar alıştıklarımızdan ne kadar farklı bir görüntü. Uzaklar II karlarla kaplı Smith Adasına doğru bata çıka ilerliyor.
Çoğu uzun seferden sonra, ‘işte bir sefer daha bitiyor, gene karaya varıyoruz,’ diye mahzunlaşırdım. Ama bu sefer… Bu kez farklı duygular içindeyiz. İkimiz de Güney Okyanusunu geride bıraktığımız için adeta sevinçliyiz. Çok zor bir seyirdi… Şu dört günde ikimiz de dayanma güçlerimizin sınırlarına geldik.
Horn Burnu ile Antarktika adaları (Güney Shetland Adaları) arasındaki 500 mil seyrin kolay geçmeyeceğini tahmin ediyorduk. Ancak doğrusu bu kadar zorlanacağımızı ummuyorduk. Güney Okyanusunun bu her yere uzak suları dünyanın bildiğimiz denizlerinden ne kadar farklıymış.
Uzaklar II batı ve güneybatı arasından esen rüzgârı dört gün boyunca sancak bordasıyla baş omuzluğu arasından alarak seyrediyor. Rüzgâr hiç ara vermeden 6 ile 7 kuvvet arasında esiyor. 10 kuvvetin üzerinde fırtınaların eksik olmadığı bu sularda yakalanabilecek en iyi hava penceresi buydu. Zaten biz de bu fırsatı kaçırmamış, hemen yelken basmıştık.
Bizi zorlayan rüzgârdan ziyade dalgalar oluyor. İkimiz de bugüne kadar bu kadar büyük ve her yönden gelen dalgalar görmemiştik. Hele Horn Burnu’nun 100 mil açığına kadar olan sahada gördüklerimiz… Bunlara dalga değil, başka bir şey demek gerekir. Yeni Zelanda teknesi Northanger’dan Keri yola çıkmadan önce şunları söylemişti: “Horn Burnu ile Antarktika arasındaki sular herkese göre değildir. Orada şimdiye kadar hiç görmediğiniz dalgalarla karşılaşabilirsiniz. Biz bunlara ‘Gran Dady’ (Büyük baba) deriz. Gece görmezsiniz, ama tren katarı gibi gümbürdeyişlerini işitirsiniz. Çoğu teknenin alabora olmasının nedeni işte bu ‘Büyükbaba’lardır…”
Yıllardır bu sularda yelken basan, bir kere teknesi alabora olan, tekne düzelene kadar 45 dakika başaşağı vaziyette, suyla dolmuş kamarada beklemek zorunda kalan tecrübeli denizci Keri haklıymış… Bu sular herkese göre değilmiş. Biz gittik, Büyükbabayı gördük! (Zaten görmediğimiz bir o kalmıştı.)
500 millik yol ikimizi de tahminimizden çok üzerinde hırpalıyor. Tekneye çarpan dalgaların çıkardığı top atılmışa benzeyen sesler yüzünden uyumak neredeyse imkansız. Vardiya aralarında üzerimizdeki yağmurlukları, çizmeleri çıkarmadan bir kenara kıvrılarak sıramızın gelmesini bekliyoruz. Kamara içinde sıcaklık 5 dereceyi geçmiyor. Dışardaysa geceleri 1 dereceye kadar düşüyor. Bazen kar fırtınası taşıyan gri bulutlar üzerimizden geçiyor. Rüzgârın savurduğu kar taneleri yüzümüze çarpıyor.
Bir o yana, bir diğer yana savrulan teknede yemek yemek mümkün değil. Acıktığımızı hissetmiyoruz bile. Dört gün boyunca sadece dört tane haşlanmış patates, birkaç tane de galeta yiyoruz. İkimizin de midesi bulanıyor, başı dönüyor. Vücudumuzun ve ruhumuzun dengesi alt üst olmuş vaziyette.
Tekneye hışımla çullanan dalgaların ve armada uğuldayan rüzgârın sesini dinlerken aklımızdan binbir tuhaf düşünce geçiyor. Ağzımızı bıçak açmıyor. Sibel bir ara konuşuyor: “Şu seferi sağ salim tamamlayalım, ben ne yapacağımı biliyorum…” Kıvrıldığım yerden inler gibi soruyorum: “Ne yapacaksın..” Cevabı rüzgârın uğultusuna karışıyor: “Ayağımı sağlam yerden ayırmayacağım. Konya ovasında bir çiftiğe yerleşeceğim, oradan hiç ayrılmayacağım!”
Uzaklar II iki yolcusunu sağ salim ilk Antarktika adasına ulaştırıyor. Deception adasının güneyindeki dar geçitten geçerek içerdeki geniş körfeze giriyoruz. Oluk yapan rüzgâr burada 40 mille esiyor. Denizin üzeri kırılan dalgalarla bembeyaz. Kimsenin uğramadığı bu sulara dair kılavuz kitap bulunmuyor. Haritalar yetersiz ve hatalarla dolu. Keri ve Fransız denizci Oleg’in çizdiği planlara göre kuzeyde demirlemeye müsait bir koy bulunuyor. O tarafa doğru ilerliyoruz.
Deception volkanik bir ada. Telefon koyu adı verilen girintiye yavaşça sokuluyoruz. Sahildeki volkanik kumların üzerinde sırt üstü yatan bir deniz aslanı kafasını kaldırıp bize doğru bakıyor. İlgisini çekmemiş olacağız… Başını indirip uykusuna devam ediyor. 25 metreye demirliyoruz. Tekneyi neta ederken hayal dünyasında gibiyim. Halatları roda eden Sibel’e dönüyorum: “Şimdi biz Antarktika’da mıyız…” Gülümseyerek sağ elinin avucunu havaya kaldırıyor: “Evet, çak bir tane!..”