Falkland’da dolaşırken aklıma İngilizlerin meşhur kaşif-kaptanı James Cook geliyor. Kaptan Cook Güney Pasifik’teki Tonga Adaları’na ulaştığında, halkının konukseverliğine hayran kalarak, bu adalara “Dost Adalar” adını takmış. Uzaklar 16 yıl önce Tonga’ya demirlediğinde Cook’a hak vermiştik. Bugün de Falklandlıların misafirperverliğine şahit oluyoruz.
Üçbin nüfuslu Falkland Adalarının yegâne yerleşim yeri ve limanı olan Stanley’e fazla tekne uğramadığından mıdır, yoksa adalı olmanın verdiği ruh halinden midir bilmiyorum, ama adalılardan epey ilgi görüyoruz. Halbuki Stanley’e yaklaşırken ne kadar endişeliydik. İngiltere’nin deniz aşırı toprağı olan Falkland Adalarına girmek için vizemiz olması gerektiğini biliyorduk. Vize alamamıştık ve burada nasıl karşılanacağımızı merak ediyorduk.
Yeni bir ülkede, o ülkeyle ilgili ilk izlenimleri tekne kağıtlarını ve pasaportları gösterdiğimiz görevlilerin davranışları belirliyor. Buradaki ilk izlenim gayet olumlu… Tekneye kadar gelen gümrük ve göçmen bürosu şefi Simon vizesiz gelmemizi sorun etmiyor. Pasaportlarımıza birer aylık damga vurup, Güney Amerika’dan getirdiğimiz yiyeceklere ait atıkları biriktirmek için kocaman kırmızı bir plastik torba bırakıyor. Daha sonra birer kahve içmek üzere sözleşiyoruz ve ellerimizi sıkarak tekneden çıkıyor.
Adada Uzaklar II’den başka yabancı tekne yok. Böyle olunca haliyle ilgi çekiyoruz. Tekneye kadar gelerek bir şeye ihtiyacımız olup olmadığını, şehre gitmek isteyip istemediğimizi soruyorlar. Fırtınadan sonra geçtiğimiz yeni yer şehrin 5 kilometre dışında. Adada herkesin bir arabası, daha doğrusu Land Rover cipi olduğu için toplu taşımacılığa gerek kalmamış. Otobüs olmaması bizi etkilemiyor, şehre gidecek birileri muhakkak bulunuyor.
İki bin nüfuslu şehrin tenha sokaklarında dolaşıyoruz. Yaban hayatı şehrin içinde de hissediliyor. Çevremize pitoresk bir görünüm hakim. Denize bakan tek katlı kutu gibi evler mavi, yeşil, kırmızı gibi canlı renklere boyanmış. Geniş bahçelerinde yaban kazları geziniyor. Sokakların üstünde nadide deniz ve kara kuşları uçuyor.
Adada sebze-meyvenin pahalı olduğunu duymuştuk. Bu yüzden önümüzdeki uzun yol için gerekli tüm kumanyayı Ushuaia’dan almıştık. Süpermarkette şeffaf plastiğe sarılı elmaları, domatesleri kontrol eden Sibel, “Keşke taze kumanyayı buradan alsaydık, Ushuaia’yla aynı fiyatmış…” diyor. Bakıyorum, elmanın üzerinde fiyatı yazıyor: 1 pound, yani 3 lira, domates de aşağı yukarı aynı. Arjantin’de de kilolarına aynı parayı vermiştik. Teknede tam 90 tane yeşil elma, 60 adet de domates var… Böyle olduğunu bilsek buradan taze taze alırdık, diye düşünüyorum.
Etiketleri incelemeyi sürdüren Sibel, “Aaa…” diyor. “Bunlar kilo fiyatı değilmiş. Elmanın tanesi 1 pound!” Diğer meyve ve sebzeler de taneyle satılıyor. Arjantin’de bir kilo için istenen fiyat burada bir adet için geçerli. Kumanyayı oradan düzmekle iyi yapmışız. Etlerin durduğu reyona geçiyoruz. Adanın geliri hayvancılık ve balıkçılıklıktan. Böyle olunca et fiyatlarının makul olması gerekiyor. Etiketlere bakıyoruz, fiyatlar makulden de öte, acayip denecek kadar ucuz. Koyun etinin kilosu altı (6) lira! Adada kaldığımız sürece et yemeye, taze kumanyayı ise yola saklamaya karar veriyoruz.
Etlerin önünde durmuş, acaba fırında but mu yapsak, yoksa pirzola alıp ızgara mı etsek diye karar vermeye çalışıyoruz. Yanımıza orta yaşlı bir çift yaklaşıyor. Merakla soruyorlar: “Siz Türkçe mi konuşuyorsunuz.” “Evet,” diyoruz. Eugene Hurley eşi Sue iki yıl Türkiye’de yaşamışlar. Eugene İstanbul’daki bir denizcilik şirketinde yönetici olarak çalışıyormuş. “Hayatımızın en güzel iki yılını sizin ülkenizde geçirdik.” diyor.
Marketten hep beraber çıkıyoruz. Arabalarıyla tekneye giderken Eugene soruyor: “Haftasonu bir işiniz yoksa size adayı dolaştırmak isteriz, ne dersiniz…”