Uzaklar II dün yeniden açıldığı Atlantik Okyanusu’nun ıssız sularında seyrini sürdürüyor. Bu sefer hedefimiz Akdeniz! Kısmetse bir hafta içinde Cebelitarık Boğazına ulaşacağız. Yıllar sonra eve dönüş heyecanı ikimizi de sarmış durumda. Dümen suyundan akıp geçen milleri sayarak Akdeniz’in bildik sularına doğru rota tutuyoruz.
Madeira’da biraz tatsız günler geçirmiştik. Bunları uzun uzun yazmak içimden gelmiyordu. Okyanusun huzurlu sularına çıkınca yaşadıklarımızın olumsuz etkisinden kurtulduğumu hissettim. Uzaklar’ın kamarasında karanın her türlü yıkıcılığından uzak, tam koruma altındayız! Böyle olunca sevimsiz anıları yazmak da daha kolay oluyor. Kaldığımız yerden devam ediyorum.
Sabahın köründe birilerinin seslenmesiyle uyanıyoruz. Kaporta kapağından kafamı uzatınca iskelede dikilen keçi sakallı pasaport polisini görüyorum. Yanında şefini de getirmiş. Yüzümüze bakmadan tekneye doğru konuşuyor: “Size verdiğimiz izin bugün doluyor, adadan ayrılıyorsunuz değil mi…” Haydi, sabah sabah gene başladık…
“Pasaportlarımızı Türkiye’ye yolladık, bekliyoruz bugün yarın gelecekler…” diye cevap veriyorum. Adaya geldiğimiz gün aşağılayıcı tavırlarıyla kalbimizi kıran sakallı, hâlâ aynı üslubunu koruyor. Suçüstü yakaladığı kaçak mültecileri azarlar gibi konuşuyor: “Bizi oyalıyor musunuz, posta yoluyla vize vermezler ki…”
Tam o sırada iskelenin başında DHL’in sarı üniformalı postacısı beliriyor. Elinde bir zarf, bize doğru ilerliyor. Onu görünce rahatladığımı hissediyorum. Ne müthiş bir zamanlama… Postacının uzattığı kağıdı imzalayıp zarfı alıyorum. İçinden beklediğimiz gibi pasaportlar çıkıyor. Çabucak bir göz atıyorum. Sevgili Ümit Sezgin iki günde gerekli izinleri almış. Pasaportları karşımdaki memura uzatıyorum.
Sakallı şüpheci bir edayla pasaportları alıyor. Uzun uzun sayfaları karıştırıyor, sonra kafasını kaşıyarak sayfaları tekrar çeviriyor. Nihayet başını kaldırıyor ve konuşuyor. Ama bu sefer konuşurken yüzümüze bakıyor: “Sir, ilk defa böyle bir şey görüyorum. Altı aylık izin belgeniz pasaportlara işlenmiş. Bu nasıl oldu bilmiyorum, ama artık burada istediğiniz gibi kalabilirsiniz…”
Pasaportları geri uzatırken eski kibirli tavrından, tafrasından eser yok. Adeta başka biri olmuş. İkimizi de hayretler içinde bırakarak konuşmaya devam ediyor: “Sör, size karşı kaba davrandığım için özür dilerim. Kendimi affettirmek için ne yapabilirim?” Çok şaşırıyoruz. Pasaportun sayfasına yapıştırılmış bir vize kağıdı, demek ki onun gözündeki değerimizi, ‘sefil göçmenlik’ten ‘Sör’lüğe, ‘Beyefendi’liğe yükseltmeye yetiyor.
Ondan ne isteyebiliriz ki… Safiyane bir şekilde; “Görevini yaparken yabancılara, özellikle de uzun yoldan gelmiş yorgun denizcilere daha anlayışlı ve kibar olsan daha iyi olmaz mı,” diyoruz. Keşke böyle davransa, ama korkarım o bildiğini okumaya devam edecek. Karşımızdaki her ülkede bulunan tipik bir eyyamcı bir memur… İnsanları etiketlerine, ünvanlarına, göre değerlendiren; eğer zayıflarsa onları ezmekten çekinmeyen, güçlülerse başını eğip ellerini ovuşturanlardan biri. İnsan bu gibilerle karşılaşınca öfkeleniyor. Ama kızmamak lâzım. Herhalde onların da bu dünyada var oluşlarının bir nedeni var.