Melih Altuntürk Sao Paulo havaalanının yolcu salonunda beni bekliyordu. Valizlerimi dört çekerli arazi arabasına yükleyip şehir merkezindeki evine doğru yola çıktık.
Melih’le Kadıköy Maarif Koleji’nde beraber okumuştuk. Daha sonraki yıllarda izimizi kaybetmiştik. Melih üniversiteyi bitirdikten sonra Pepsi Cola’nın Güney Amerika ofisinde çalışmaya başlamış. Yıllarca üst düzey yönetici olarak koşturduktan sonra bir gün hayatını sorgulamış. Ve yaptığı hayat muhasebesi sonunda frene basmaya karar vermiş.
Pepsi’den ayrılıp Sao Paulo’daki, her gün gitmek zorunda olmadığı kendi işini kurmuş. Artık zamanın çoğu kendine ait… Gündüzleri cipiyle dağlara tırmanıyor. Akşamları ise Brezilyalı sinyoritalarla salsa ve tango yapıyor! Renkli ve mutlu bir hayatı var.
Geceyi Melih’in Sao Paulo’yu Paulo’yu kuş bakışı seyreden evinde geçirdim. Sabah erkenden kalktık. Uçağım öğleden sonra. Melih Brezilyalı ünlü denizci Amyr Klink’ten randevu almış. Önce onu ziyaret edeceğiz. Amyr Klink Parati adlı teknesiyle Antarktika’nın etrafını birkaç kere dolaşmış. Bir keresinde kışı buzların arasında sıkışan teknesinde geçirmiş. Dünya üzerinde teknesiyle gitmediği biçimsiz yer kalmamış. Bir defasında Antarktika’dan kalkıp kuzey kutbuna bile gitmiş. Yaptığı bu sıra dışı seyahatler kendisini Brezilya’da yaşayan bir efsane haline getirmiş. http://www.amyrklink.com.br/
Ofis haline getirdiği iki katlı binaya girdiğimizde Amyr Antarktika’ya yapacağı yeni bir seyahatin planları üzerinde çalışıyordu. Nasırlı elleriyle ellerimizi sıkıp kahvelerimizi ısmarladı. Sonra haritalar açıldı. Amyr Antarktika’yı o kadar methediyordu ki, bir an aklımın karıştığını hissettim. İstersek beyaz kıtadaki demir yerlerinin koordinatlarını verebileceğini söyledi. Kısa bir tanışma için girdiğimiz ofisinden çıktığımızda uçağa yetişmek için çok az zamanımız kalmıştı.
Brezilya’dan kalkan uçağım Arjantin’in Buenos Aires havaalanına inerken uçağın bagajındaki çantaları düşünmeye başladım. Bagajdaki dört büyük valizin ağırlığı 60 kiloyu buluyordu. İçleri ağzına kadar tekne malzemesi ve yiyecekle doluydu. Arjantin’e girecek malların fiyatı belli bir miktarın üzerindeyse, çok ciddi bir gümrük vergisi ödemek gerektiğini söylemişlerdi. Sadece yanımda getirdiğim akü şarj cihazı bile bu sınırı geçiyordu. Ancak bu ülkede bize uygun şarj aleti bulamadığımız için, Türkiye’den almak zorunda kalmıştım.
Bavullarımdaki yiyeceklerin dökümü ise şöyleydi: Uşak, Eşme’den getirttiğim yedi kilo acılı köy tarhanası, iki kilo harnup pekmezi, beş kutu cevizli Zile pekmezi, bir kutu cevizli sucuk. Namlı Pastırmalarının sahibi Esen Mepa’nın verdiği koli ise ağzına kadar pastırma, sucuk ve kavurmayla doluydu. Çemenli pastırmaları kokusu fark edilmesin diye vakumlu paketlere koymuştuk. Getirdiğim bu yiyecekleri Arjantin’e sokmanın yasak olduğunu biliyordum. Ancak bunlar Arjantin’de bulunmuyordu. Bizimse güney okyanuslarına gittiğimizde içimizi ısıtacak gıdalara sahip olmamız gerekiyordu.
Baş seviyeme kadar çantalarla dolu arabayı iterek gümrük memurlarına doğru yürüdüm. Önümdeki yolcunun çantalarının x-ray cihazından sorunsuz geçtiğini gördüm. Arkasından benim valizlerim bandın üzerinde ilerledi. Cihazın ekranına bakan görevlinin gözlerinin dikkatle açıldığını fark ettim. Adam bandı durdurup yanıma gelerek, bavulları parmağıyla gösterdiği bankonun üzerine koymamı işaret etti. Dediğini yaptım.
Arkasından görevliyle aramızda şu diyalog geçti. “Bavulların içinde ne var.” “Tekne malzemesi senyör…” “O zaman açıp bakalım…” Adamın uzattığı maket bıçağıyla bavulu saran plastik koruyucuyu kestim. Gümrükçü çantayı açtı. En üstte Victron marka şarj cihazı duruyordu. Aleti çıkarıp sordu: “Bunun değeri ne kadar?” “Fazla değil senyör, bunlar Türkiye’de çok ucuz!” Gümrükçü ikinci bavula doğru hamle yaparken yüreğim ağzıma geldi.
Bu valizin içi ilaç doluydu. Acıbadem Sigorta iki kişiye bir yıl yetecek kadar ilaç vermişti. Multi vitamin hapları, antibiyotikler, ağrı kesiciler, benim tansiyon hapları… Eğer bu çanta açılırsa diğerlerinin de açılacağı, içlerindeki her şeyin çöp kutusuna gideceği, üstelik yüklü bir ceza ödemek zorunda kalacağım kesindi.
Elimi çantaların üzerine koyarak son kozumu oynamaya karar verdim. “Senyör, ben denizciyim. Teknem Buenos Aires’te demirli. Birkaç hafta sonra Patagonya’ya doğru yola çıkacağız. Arkasından Horn Burnu’nu geçmeye çalışacağız. Bu valizlerde teknemin yedek parçaları ve soğuk güney okyanusunda içimizi ısıtacak yiyecekler var. Bırakın geçeyim.
Uzun boylu görevli dikkatle yüzüme baktı. “Peki, ama söylediklerinizden nasıl emin olabilirim?” O anda aklıma el çantamdaki dergiler geldi. İstanbul’dan ayrılmadan önce Selcen Tanınmış her ay yazdığım Motor Boat ve Yachting dergisinin son sayısını vermişti. Dergiyi yolda okumak için yanıma alıştım. Onun yanında National Geographic dergisinin seyahatimizle ilgili bir sayısı da vardı. Dergileri çıkarıp gösterdim. Gümrükçü bir fotoğraflara, bir de bana baktı. Sonra gergin yüz çizgileri gevşedi. “Gidebilirsiniz, ama dikkatli olun Horn Burnu zor yerdir!”
El arabasını çıkış kapısına doğru ittim. Heyecandan ellerimin titrediğini o zaman fark ettim. Gene Allah yardım etmiş, son anda direkten dönmüştük. Yolcu salonuna girdiğimde Sibel’i gördüm. Uçak rötar yaptığından iki saattir beni bekliyormuş. Herkes çıktığı halde beni göremeyince meraklanmış. Olanları kısaca anlattım. Bavulları kapıdaki arabanın bagajına koyduk. Hava buz gibiydi. İki gün önce İstanbul’da sıcaklık 40 dereceye yaklaşıyordu. Buradaysa kış bütün sertliğiyle hüküm sürüyordu. Üşüdüğümü hissettim. Araba Uzaklar II’ye doğru hareket etti.