Sabah kahvaltıda sandviç vardı. Karnım da nasıl aç. Peynirli sandviçi iştahla ısırıyorum. Ama o da ne! Çenemi açtığımda dişlerimin bir kısmının ekmeğin üzerinde kaldığını fark ediyorum. Dilimle yokluyorum; sağ taraftaki üçlü takımın olduğu yer boş.
Bu nasıl bir şans… Her uzun yola çıktığımızda, daha yolun başında dişlerimle başım derde giriyor. Anlaşılan alnımıza böyle yazılmış! Halbuki Ushuaia’dan ayrılacağımız gün dişlerim yerinden çıkınca nasıl da sevinmiştim. Denizde başıma gelmedi diye… Hemen Ushuaia devlet hastanesinin yolunu tutmuştuk. Yeşil önlüklü bayan diş hekiminin koltuğunu uzanınca kendisine: “Sinyora uzun yola gidiyoruz, aman şunları sağlamcana tutturun,” diye sıkılamıştım. O da gülerek yanıtlamıştı, “Merak etmeyin, ekstra fuerto yapıştıracağım.”
Demesine böyle demişti, ama demek ki lafta kalmış. İş başa düşüyor. Teknedeki dişçilik malzemelerini çıkarıyoruz. Yapıştırıcılar, metal cımbızlar, ucu kıvrık krom kancalar… Şişelerin üzerinde Poly-Carboxylate yazıyor. Birinin içinde macun kıvamında bir sıvı, diğerindeyse beyaz bir toz. Çay tabağına eşit oranda koyup karıştırıyoruz.
Salondaki banka uzanıyorum. Sibel eline şeffaf ameliyat eldivenlerini takıyor, başına da kafa lambasını bağlıyor. Üzerime eğiliyor. Sahici bir dişçiymiş gibi komut veriyor: “Ağzını aç…” Açıyorum… Elindeki kancayı ağzıma sokup kurcalamaya başlıyor. Türkiye’deyken gittiğimiz dişçiler ne yapıyorlarsa onları taklit ettiğini anlıyorum. Dişçiler bir aletle ağzıma hava da püskürterlerdi. Herhalde yapışmanın iyi olması için önce içeriyi kuruturlardı. Bizde onlar gibi hava püskürtme aparatı yok, ama botun pompası ne güne duruyor!
Botu şişirdiğimiz ayak pompasını karnımın üzerine koyuyorum. Sibel hortumun ucunu alıp ağzıma sokuyor. Göbeğimin üzerindeki pompayı iki elimle pompalamaya başlıyorum. Hortumdan ağzıma tazyikli hava püskürüyor. Sibel çıkan dişlerin üzerine bir miktar ilaç sürüyor, sonra üst çenedeki boşluğa denk getirip eliyle bastırıyor. Biraz sonra elini çekiyor ve, “ısır” diyor. Çenemi kapatıyorum. Soruyor: “Nasıl, rahat mı.” Başımı, evet, anlamında sallıyorum. Taşan ilaçları elindeki aletle temizledikten sonra yeni bir talimat veriyor: “Bir saat bir şey yemek içmek yok.”
Yapıştırıcıları fazla karmışız. Sibel tabağın içindeki fazlalığı göstererek; “Acaba bununla da dudaklarını mı yapıştırsam,” diyor. Neden böyle dedi. Yoksa son zamanlarda çok mu konuşuyorum, diye düşünüyorum! Başımı sallayarak, “Hiç gerek yok,” diyorum.
Ushuaia’dan ayrılışımızın onuncu günü Falkland adaları pruvamızda beliriyor. Boz renkli çıplak bir kara parçası kuzeye doğru uzanıyor. Üç mil yaklaşmamıza rağmen alçak sahiller ufuktan zor ayırd ediliyor. Son sürat adaların yegane yerleşim yeri Stanley’e doğru çıkıyoruz. Bir gün sonra çok kuvvetli bir fırtına gelecek. O gelmeden önce korunaklı bir yere demirlemeliyiz.
Uzaklar hava kararırken Stanley limanına giriyor. Gece beklediğimiz hava geliyor. Deli bir kuzey rüzgârı uğuldayarak üzerimize çullanıyor. Bu nasıl bir rüzgâr! Harita masasındaki rüzgâr ölçer ürkütücü rakamlar gösteriyor; 40, 43, 47 knot. Yarım saat sonra rüzgâr daha da kuvvetleniyor. Göstergede 57 knot’ı görünca aleti kapatıyoruz. Geniş koyun kuzey yakasına iyice sokulmuş olmamıza rağmen rüzgâr tekneyi sarsıyor, silkeliyor, adeta yerinden koparıp uzaklara fırlatıp atmak istiyor. Bizse inatla yerimize tutunmaya çalışıyoruz.