Uzaklar II Drake Boğazının kül rengi sularında kuzeye doğru tırmanırken ikimiz de heyecanlı ve endişeliyiz. Birbirimize belli etmemeye çalışsak da zihnimizde dolaşan kötü düşüncelerin dışa vurmasına engel olamıyoruz. Konuşmasak dahi gözlerimiz içimizdeki kaygıyı dışarı yansıtıyor.
Bir ay önce gene bu sulardan geçmiştik. O zaman kuzeyden güneye, Antarktika’ya doğru iniyorduk. Horn Burnu’nun 100 mil açığına kadar olan sahada karşılaştığımız dalgalar daha önce hiçbir yerde görmediğimiz türdendi. Tepeleri beyaz köpüklü su dağları tekneye çullanırken şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: “Daha yolun başındayız ve şimdiden perişan olduk. Bu yol böyle biter mi. Hadi bitti diyelim, bir de bunun dönüşü var…”
Drake Boğazı’na kim, niçin ‘boğaz’ demiş aklım almıyor. Benim bildiğim boğaz birbirine yakın iki yaka arasındaki su yoluna denir. Örneğin İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı… Halbuki bu sözde boğazın genişliği 500 milden fazla… İki kıtayı, Güney Amerika ve Antarktika’yı birbirine bağlayan koca bir deniz. Belki de ayıran demek daha doğru olur… Yaradan Güney Okyanusu’nun bu en vahşi parçasını sanki kimse bir kıtadan diğerine gitmesin diye oraya koymuş.
Bu sefer şanslıyız. İlk iki gün hava gayet iyi… Dünyanın bu uzak köşesine nadiren uğrayan kocaman bir yüksek basınç tam tepemizde ve çok ağır hareket ediyor. Denizleri karıştıran, fırtınaları doğuran, denizcilerin yüreklerine korku salan alçak basınçların içeri girmesine izin vermiyor. Tren katarı gibi birbiri peşisıra batıdan yaklaşan alçak basınçlar yüksek basınca tosluyor içeri giremiyorlar. Uzaklar II önünde açılmış şans penceresinde hızla kuzeye doğru tırmanıyor.
Herşey yolunda gözükse de biliyoruz ki, burada herşey bir anda değişebilir. Dışarıdaki latif hava bir anda kükreyen bir fırtınaya dönüşebilir. Bu yüzden tedbirliyiz. Yola çıktığımızdan beri üzerimizdeki kıyafetleri çıkarmadık. Vardiyayı Sibel’e devrettikten sonra yatağa güverte giysileriyle uzanıyorum. Çoğu kez çizmelerimi bile çıkarmadan yorganı üzerime çekiyorum. Uykuya geçmek kolay olmuyor. İki gündür aklımda münasebetsiz bir istatistiğin hayali dolanıyor.
Yeni Zelanda teknesi Northanger’dan Keri bu sularda her yıl bir teknenin arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolduğunu söylemişti. İstatistikler böyle diyormuş. Geçen yılki kaybolan tekneyi biz de duymuştuk. Bu yıl ise henüz kaybolan yok. Ve biz Antarktika’dan dönen son tekneyiz!
Arkamızda iki tekne daha var, ama onlar büyük ‘charter’ tekneleri. Keri’nin korku hikayelerinden biri işte, diye kendimi teselli etmeye çalışıyorum, ama olmuyor. Neyse ki aklıma okulda istatistik derslerinde duyduğum bir söz geliyor, rahatlıyorum: “İstatistik bikiniye benzer. Görünmesi gerekeni gizlemekten başka bir işe yaramaz!..”
Harita masasında oturan Sibel endişeyle başını sallıyor: “Hay aksi, bu hiç iyi olmadı…” Nedir iyi olmayan acaba. Önündeki meteorolojik haritayı işaret ediyor: “Bunu şimdi aldım. Ne yazık ki bizim pencere kapanıyor!” Haritaya bir kez de birlikte bakıyoruz. Önümüzdeki yüksek basınç zayıflıyor. Araya batıdan yaklaşan bir alçak basınç giriyor. Rüzgâr önce kuzeyden sonra lodostan çok kuvvetli esecek.
Horn’a 150 mil yolumuz kaldı. Son 100 milde kötü havaya girebiliriz. Eğer alçak basınç biraz yavaşlar, biz de biraz hızlanabilirsek belki aradan sıyrılırız. Motoru çalıştırıyoruz. Hızımız iki mil artıyor. Milleri ve saatleri sayarak ilerliyoruz. Gece rüzgâr kuzeye dönüyor. Tam kafadan, ama ilerlememizi engellemeyecek kuvvette esiyor. İnşallah artmaz… Yoksa yerimizde saymaya başlayacak, faça yelken yapmak zorunda kalacağız.
Horn Burnu fenerinin görüş mesafesine girdik. Ancak kar yağışı yüzünden bir şey görünmüyor. Sabaha karşı soluk bir ışık pruvamızda çakmaya başlıyor. Fenerin ışığı… Galiba bu işi becereğiz… Ancak son miller ve dakikalar geçmek bilmiyor. Gri bir aydınlık suları ağartmaya başlarken davlumbazdan kafamı uzatıyorum. Horn Burnu’nu görüyorum. Tam karşımızda, kara bir hayalet gibi sudan dimdik yükseliyor. Derin bir nefes veriyorum.
Sibel’le birlikte konuşmadan ileri bakıyoruz. Bu Horn’u üçüncü geçişimiz. Burnu sancakta bırakıyoruz. Demek ki artık iki kulağımı da delebilirim. Sibel’in yüzünde hafif bir gülümseme… Halbuki günlerdir ne kadar sıkıntılıydı. “Rahatladın mı…” diye soruyorum. “Osman,” diyor, “Hayatımda hiç bu kadar gerilmemiştim…” Sonra gülerek ekliyor: “Mamafih iyi de oldu… Yetmiş yaşına kadar estetik yaptırmama gerek kalmadı!”