İstanbul’da, 8 Ekim 2011

THY’nin Anadolu adlı uçağı ağzına kadar dolu… Boeing 777 modeli bu uçak 300 küsur yolcu alıyormuş. Koltuğuma doğru yürürken yolcuların tamamına yakınının yabancı olduğunu fark ediyorum. Yerime geçiyorum… Şansıma yanımdaki koltuklarda oturanlar Türk çıkıyor. Üstelik ikisi de denizci… Gökhan Emkin uzak yol kaptanıymış. Erkan Çelik Nuh Marin firmasından…

Uçağımız Brezilya’nın Sao Paulo havaalanından kalkıyor. Rotasını kuzey doğuya çeviriyor. Biraz sonra Atlantik Okyanusu’nun üzerindeyiz. Pilot on iki saat sonra İstanbul’a inmeyi planladıklarını anons ediyor. Uzaklar II ve Sibel Puerto Williams’ta. Bir ay kadar İstanbul’da kalıp geri döneceğim.

Uçak düzelince hostesler harıl harıl çalışmaya başlıyor. Birisi arabayla Türk gazetelerini dolaştırıyor. Diğeri üzeri içki dolu bir arabayı itiyor. Burnuma rakı kokusu geliyor. Rakı kokusu ve Türkçe gazeteler… Yanıma dönüp soruyorum: ‘‘Gökhan, memlekette durumlar nasıl…’’ Gökhan iç açıcı şeyler söylüyor: ‘‘Çok iyi… Türkiye her geçen gün daha iyiye gidiyor. Nihayet demokratik bir toplum oluyoruz.’’

Aklıma dün Punta Arenas’ta beraber olduğumuz Ali Eric’in söyledikleri geliyor. Land Rover cipiyle dünyayı dolaşan Ali de benzer şeyler söylemişti: ‘‘Türkiye demokratik bir toplum oluyor. Ekonomisi de iyi…’’ Muhafazakâr bir yönetim altındaki bir ülkenin nasıl olup da daha demokrat olabileceği kulağa biraz tuhaf gelse de, ben denizcilerin ve gezginlerin sezgilerine güvenirim. Elbet vardır bir bildikleri…

İşte bir yılı aşkın bir süre sonra gene İstanbul’dayım. Bindiğimiz taksi Fenerbahçe stadının önünden geçerken, o sırada her yeri yumurta kafalıların kapladığını, şeriatın gelmesinin eli kulağında olduğunu anlatan yanımdaki ablama soruyorum: ‘‘Ligde vaziyet nedir…’’ Cevap önümüzdeki taksi şoföründen geliyor: ‘Lider durumdayız, sadece bir beraberliğimiz var abi…’

Şoförün kastettiği takımın Fenerbahçe olduğunu öğreniyorum. Şoför çok bilgili birine benziyor. Aziz Yıldırım’ı Erdoğan’ın hapse attırdığını söylüyor. Başkanın bir helikopter ihalesi yüzünden hapse girdiğini de ondan öğreniyorum. Taksi şoförü her şeyi biliyor. Sanki yanlarındaymış gibi anlatıyor… Başbakan Yıldırım’a, ihaleye girme demiş, ama o Başbakanı dinlememiş. Neticede ihale yerine hapse girmiş!

Ertesi sabah erkenden kalkıp Bağdat Caddesinde yürümeye başlıyorum. Gece hiç uyuyamadım. Ablam ‘jet-leg’ olduğumu söylemişti. Yani kıtalar arası uçuşlarda meydana gelen bir durum… Selamiçeşme benzincisinin yanındaki simitçiden bir simit alıyorum. Simitçiye bazı fırınların simitleri pekmez yerine şekerli suya batırdıklarını duyduğumu söylüyorum. Acaba duyduklarım doğru mu?

Simitçi soruma cevap yerine, bu ülkede artık kendisi için bir gelecek göremediğini söylüyor. Neden, diye soruyorum. Abi, bu ülkede ‘erkek hakları’ yok, diyor. Dertli… Karısından ayrılmış. O haklı olduğu halde mahkeme karısını haklı çıkarmış! ‘’Burada simit satarak eski karıma para ödemeye çalışıyorum. Bu ülkede adalet de yok be abi!’’ diyor. Ne diyebilirim ki. Yanından ayrılıp yürümeye devam ediyorum. 

Fenerbahçe’ye vardığımda canım bir simit daha çekiyor. Meğer simidi ne kadar da çok özlemişim. Az ilerde bir simitçi duruyor. Beyaz önlüklü simitçi camekânlı arabasındaki simidi maşayla tutup naylon torbaya koyuyor. Yanına da bir peçete atıyor. Mübarek sanki sokak simitçisi değil, lüks pastane tezgâhtarı.

Onunla da biraz sohbet ediyoruz. Bu simitçi halinden memnun çıkıyor. 810 bin lira emekli maaşı alıyormuş. ‘’Eskiden gemilerde kamarot olarak çalışırken de bundan fazla kazanmazdım, Allah bereket versin..’’ diyor.
 
Yanından ayrılırken kolumu tutuyor. Yüzünü yüzüme yaklaştırıyor. Bir sır verir gibi sessizce, ‘sekiz sene,’ diyor. ‘’Sekiz sene sonra Türkiye’de her şey çok daha iyi olacak.’’ Eve gelince o sabah yaşadıklarımı ablama anlatıyorum. Ablam çok bilgilidir. Hemen Fenerbahçe’deki simitçinin ‘Tayyipçi’ olduğunu açıklıyor.  Şaşıyorum… Anlaşılan benim daha çok simit yemem lazım… 

Scroll to Top