Güney Okyanusunun fırtınaları, Doldrumların boraları derken, şimdi de rüzgârsız günler başladı. İki günden beri hafifleme periyoduna giren rüzgâr dün tamamen kalıyor. Üzerine atlastan dev bir çarşaf serilmiş gibi kaygan ve pürüzsüz bir yüzey halini alan denizin üstünde bir süre bekledikten sonra motorun marşına basıyoruz. Cummins marka dizel motor homurdanarak çalışmaya başlıyor. Makinenin devrini dakikada 1100 devre ayarlayıp, dümeni rüzgâr dümeninden otopilota devrediyoruz. 49 gündür durup dinlenmeden çalışarak bizi buralara kadar getiren rüzgâr dümeni biraz olsun dinlenmeyi hak etti.
Motorumuz bu düşük devirde saatte 4 litre mazot yakarken tekneye 5 mil yol yaptırıyor. Uzaklar kuzeyden gelen ölü denizlerin üzerinde yükselip alçalarak yeniden yola koyuluyor. Haritaya koyduğumuz mevkii Cebelitarık’ın 1.000 mil güneybatısında olduğumuzu gösteriyor. Bir an kendimizi Akdeniz’e çok yakın hissediyoruz. Sevdiklerimizi, Ege koylarını daha sık düşünmeye başlıyoruz.
Bugüne kadar denizin üzerinde çöp görmemiştik. Hava rüzgârsız olunca gözümüze suda yüzen yabancı maddeler çarpmaya başlıyor. Önce bir deodorant tüpünün yanından geçiyoruz. Sonra ağzı kapalı bir şişe ve yarıya kadar batmış bir kova görüyoruz. Üzeri halat parçalarıyla sarılı, battaniye büyüklüğünde bir çuval parçasının yanından geçerken, eğer bu nesne pervaneye dolansaydı ne yapardık, diye düşünüyoruz.
Rüzgâr olmayınca okyanus bambaşka bir havaya bürünüyor. Sadun Boro’nun tarifiyle ‘nişanlı bir kız kadar uysal’ oluyor. Onun bu halini izleyerek yolumuza devam ediyoruz. Hava kararınca yakamozların gösterisi başlıyor. Tekne suları yararak ilerlerlerken, okyanusun suları fosforlu istiridye kabukları gibi iki yana açılarak arkamıza doğru akıyor. Bodoslamadan pupaya kadar uzanan bu parlak mavi ışığa bir kere bakmaya başlayınca, insan büyülenmiş gibi gözlerini ondan ayıramıyor. Havuzlukta uzun süre oturup, doğanın sadece bizim için düzenlediği bu ışık gösterisini izliyoruz.
İki gündür oltaya gelen balıkları bir türlü güverteye çıkarmayı başaramadık. Tam yukarı alacakken zokadan kurtulup kaçıyorlar. Neyse ki teknede patates ve makarna bol… Su bakımından ise önce biraz sıkıntımız vardı, sonradan halloldu. ‘Kükreyen Kırklar’da üst üste yediğimiz o iki kötü fırtınada su depolarına maalesef deniz suyu karışmış. Böyle bir ihtimale karşı tankların hava tahliye deliklerini tıkamış olmamıza rağmen, o dev dalgalar tapalardan birini yerinden çıkarınca okyanus suyu depoların içine girmiş.
Halbuki Saunders adasında kaynağından bidonlarla taşıdığımız su ne kadar da lezzetliydi. Bu şerbet gibi suyu ancak birkaç gün içmek kısmet oldu. Neyse ki sintinede 50 litre kadar yedek su vardı. Pet şişeler içindeki bu iyi suyu, zaten çok az su içen Sibel’e ayırıyoruz. Ben depodaki suyla idare etmeye başlıyorum. Doldrumlarda yağmur suyu toplayabileceğimizi düşünerek rotamızda bir değişiklik yapmıyoruz.
Neticede Doldrumlara girince tahmin ettiğimiz gibi oluyor. Boralar yaklaşırken önce yelkenleri küçütmek için güverteye koşuyor, arkasından kovayı bumbanın direğe takıldığı kaz boynuna bağlıyoruz. Borayla birlikte gelen deli rüzgâr hafifledikten sonra yağmuru başlıyor. Bazen bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, en fazla yarım saat sürmesine rağmen kovaya epey su birikiyor. Boraları kullanarak, iki günde ikimize iki aya yetecek kadar suyu toplayınca rahat bir nefes alıyoruz.