Melilla’da kiminle konuşsak söz birliği etmiş gibi aynı şeyleri söylüyordu: “Cezayir mi, aman ha!… Sakın gitmeyin, başınız derde girer…” İnternet üzerinden yaptığımız kısa bir araştırma bu sözleri doğrular nitelikteydi. Jimmy Cornell’in sitesinde bu ülkede görevli bir (adı verilmemiş) konsolosun Cezayir’e uğramaya niyetli yatçılara tavsiyesi yer alıyordu. “Tutuklanmak istemiyorsanız buraya gelmeyin, vizeniz olsa bile!..”
Ülkeyle aynı adı taşıyan Cezayir limanına beş mil kala 16. kanaldan liman kaptanlığını arıyoruz. “Cezayir Liman Kontrol, burası yelkenli tekne Uzaklar II, bizi duyuyor musunuz?” Liman görevlisinin Uzaklar’ın ticari bir gemi değil de, küçük bir yelkenli olduğunu anlaması zaman alıyor. Kısa bir sessizlikten sonra görevli soruyor: “Niçin geliyorsunuz, amacınız ne!..”
Feribotların yanaştığı ıssız ve büyük rıhtıma aborda olurken ortalık hareketleniyor. Birbiri peşi sıra gelen resmi arabalar hızla manevra yaparak teknenin etrafını sarıyor. Araçlarından inen üniformalı polisler, gümrükçüler, pasaport polisleri, askerler ellerinde telsizleri ve silahlarıyla güverteye çıkıyorlar. Tekne canlı bir rüzgârla yelkenlerini şişirmiş gibi sancak bordasına yatıyor.
YOKSA TUTUKLANIYOR MUYUZ?
Hepsi bıyıklı ve çatık kaşlı ziyaretçilerimizin yüzlerindeki sert ifadeyi görünce içimi bir endişe kaplıyor. Gözüme 3. sınıf Amerikan aksiyon filmlerinden sahneler geliyor. Bir an hiçbir zaman buradan çıkamayacakmışız gibi bir duygu benliğimi sarıyor. Sibel bir köşeye sinmiş, endişeli gözlerle etrafına bakınıyor. Hep bir ağızdan azarlar gibi konuşan polislerin, askerlerin ve gümrükçülerin asık suratları, bayrağımızı ve pasaportlarımızı görünce değişiyor. Yüzler gülmeye, eller dostça uzanmaya başlıyor. Ortam bir anda yumuşuyor.
Rahatlıyoruz… Sonu gelmez gibi görünen kâğıtları, ticari gemiler için düzenlenmiş, bize göre cevabı olmayan sorularla dolu formları doldururken bir yandan da sohbet ediyoruz. Gerginliği geçen Sibel çaydanlığı üzerindeki demlikle ateşe sürüyor. Kalabalığız, kuzinedeki bardaklar herkese ancak yetiyor. Çayla daha da ısınan sohbet koyulaştıkça Cezayir’de Türk kökenli olmanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu fark ediyoruz.
Başlangıçta takındıkları o sert tavır ve edalarıyla bizi o kadar ürküten üniformalı görevlilerin istisnasız hepsi, atalarının Türk olduğunu anlatıyor. Sözü biri bırakıyor, diğeri alıyor. “Benim büyükannem Rize’den; Fatima Kurdoğlu, büyük dedemler Ege’den gelmişler, eskiden burada beylerimiz hep Türk’müş; keşke Barbaros bizi bırakıp gitmeseydi, büyüklerimiz geri döner diye yıllarca beklemiş, ama o dönmemiş…”
Akşam büyükelçiliğimizdeki görevliler ellerinde çiçekler, kebaplar ve baklavalarla Uzaklar II’yi ziyarete geliyorlar. Uzaklar’ın ufak kamarasına bizden başka 11 kişinin daha nasıl sığdığına şaşırıyoruz. Barbaros Erdem Tuna, Bilal Yılmaz, Ahmet Taşkın, Kerem Erdemir, Nilgün ve Gökhan Karaca, Şevket Kalkan, Orhan, Derya, Mustafa, Zeynep Tümöz… Hep beraber yeniliyor içiliyor… Yetmiyor, ertesi gün büyükelçiliğin yeşillikler içindeki bahçesinde yakılan mangalın başında tekrar toplanıyor, bir akşam evvel bıraktığımız yerden devam ediyoruz.