Falklandlar’da takılıp kaldık. Önce günlerdir ara vermeden esen fırtına, arkasından jeneratör motoru arızası… Aslında buna arıza bile denmez ya… Basit bir parça yüzünden günlerdir teknenin içinde debelenip duruyoruz. Soğutma suyu pompasının impelleri parçalanmış. Bu impeller denen şey küçük bir pervane… Neoprenden yapılmış kanatlarıyla deniz suyunu emip motoru soğutuyor.
İlk başta önemsememiştik. Nasılsa teknede yedeği vardı, bozulanı çıkarıp yenisini takmak bir saatlik işti. Ancak evdeki hesap çoğu zaman olduğu gibi gene çarşıdakine uymadı. Yeni impeller bir türlü yuvasına oturmuyordu. Parmakları daha hassas olan Sibel de yerine takamayınca çıkarıp dikkatle inceledik. O zaman impellerin iç çapının küçük olduğunu fark ettik. Elimizdekinin bir işe yaramayacağı anlaşılmıştı. Eskisini yanımıza alıp şehre doğru yürümeye başladık.
Stanley iki bin kişinin yaşadığı küçücük bir kasaba. İki marketi, iki nalburu, birkaç da oto tamiri yapılan garajı var. Hepsinin yerini biliyoruz. Zira her gittiğimiz yerde ilk önce bu tip yerleri dolaşırız. Burada da öyle yapmış, hepsine önceden uğramıştık. Hatta tekne için birkaç da hırdavat almıştık. Bu sefer impeller için gittik. Fakat aradığımızı bulamadık.
Dükkânlarda yoktu ama evlerde olabilirdi. Çünkü adalıların çoğu çiftçilikle uğraşan, her işlerini kendileri yapmaya alışmış insanlardı. Evlerinin bir bölümünü atelye gibi kullanıyor, sokaklarda kırmızı, mavi renkli tulumlarıyla dolaşıyorlardı. Tekneye ziyaretimize geldikleri zaman bile üzerlerinde tulumları oluyordu. Bu halleri çok hoşuma gitmişti. Ben de kendime bir tulum almayı düşünmeye başlamıştım. İçimde onlar gibi gün boyu tulumumla gezme arzusu duyuyordum.
Kısa sürede ada halkının neredeyse tamamı ne aradığımızdan haberdar oldu. Bir çoğu evlerini, garajlarını, atölyelerini aradı. Ancak ne yazık ki bu çabaları netice vermedi. Bir süre sonra adada aradığımız ebatta impeller olmadığını anlamıştık.
Önümüzdeki seçeneklerden biri İngiltere’ye sipariş vermekti. Arjantin’in uyguladığı ambargo yüzünden adaya birçok şey İngiltere’den geliyordu. Dostalarımız siparişlerin gelmesinin iki, üç hafta sürdüğünü söylüyorlardı. Ama biz bu kadar beklemek istemiyorduk. Diğer seçenek pompayı yerinden söküp içinden şaftı çıkarmak, sonra bu şaftı elimizdeki impellere göre tornada küçültmekti. Ancak bu riskli bir işti. Pompayı söküp dağıtırken bir yerini kırabilir, başımıza daha büyük bir iş açabilirdik. Aklımıza başka bir yol geldi. Onu denemeye karar verdik.
Az ilerimizdeki Porvenir adlı yelkenlinin sahibi Ken Pussfield’de elektrikle çalışan küçük bir su pompası vardı. Bunu mazot transfer pompasının yedeği olarak tutuyormuş. Ne yapmak istediğimizi öğrenince, “Bana şimdi lazım değil, sizinse işiniz acil, alın kullanın,” dedi. 12 votla çalışan küçücük bir şeydi… Ama debisi tam arzu ettiğimiz miktardaydı.
Pompayı alıp tekneye gittik. Emme ağzını deniz suyu girişine bağladık. Çıkışı ise parçalanan impellerin çalıştığı pompaya verdik. Elektrik kablolarını panoya uzatıp, oradaki bir sigortadan beslenecek şekilde bağladık. Montaj tamamlanınca Sibel görüş bildirdi: “Tam Türk usulü bir şey oldu, bakalım çalışacak mı!..”
Ne olacağını ben de merak ediyordum. Önce motoru çalıştırdım, sonra panodaki sigortayı kaldırdım. Elektrik motoru devreye girdi. Hemen dışarı koştuk. Küpeşteden eğilip baktık; egzozdan su geliyordu. Yani sistem çalışıyordu, sorun çözülmüş gibiydi. İkimiz de derin bir nefes aldık.
Günler süren karışıklıktan sonra teknenin içi allak bullaktı. Ertesi gün erkenden temizliğe başladık. Etrafı toplamak, malzemeleri, yedek parçaları, takım anahtarlarını yerlerine kaldırmak tüm günümüzü aldı. Hava kararırken kamara düzene girmiş, normal yaşam koşulları sağlanmıştı.
Yorgunluk kahvemi içerken güverteye vurulduğunu duydum. Kapıyı çalan yaşlıca bir adamdı. Gülümseyerek elindeki torbayı uzattı: “Adım Tony Blake, tekne için bir parça aradığınızı duydum. Yeni Zelanda’da olduğum için yeni haberim oldu da…”
Mister Blake’i tekneye davet ettik. Kamaraya inince torbanın içindeki kutuyu açtım. İçinden bir impeller çıktı. Bizimkini alıp üzerine koyduk. Tıpatıp aynısıydı! Ne diyeceğimi şaşırdım. Sibel araya girip sordu: “Kahve içer misiniz.” Tony Blake kaşlarını kaldırarak, “Türk kahvesi var mı, en son otuz yıl önce içmiştim de…” dedi. “Demek Türkiye’ye gittiniz…” diye sorduk. “Hayır,” diye yanıtladı. “Yunanistan’da içmiştim.” Sibel, “O zaman bir de bizden için,” dedi. Sonra cezveyi ateşe sürdü.