Vicente’la bir akşamüstü tesadüfen tanıştık. Uzaklar II’nin havuzluğunda oturmuş etrafı seyrederken sahilden üzerimize doğru gelen küçük bir tekne dikkatimizi çekti. İlk defa bu tip bir tekne görüyordum. Sörf tahtasını andıran bir gövdenin üzerinde eğik bir direk vardı. Bu direğe bir latin yelken basılmıştı. Önünde de minicik bir flok açılıydı. Teknenin gövdesi o kadar suya yakındı ki, uzaktan bakıldığında sadece direk ve yelkenler gözüküyordu.
Suyun üzerindeki yelkenler yaklaşınca alttaki gövde ortaya çıktı. Direğin arkasındaki oturakta bir adam oturmuş, yekeyi tutuyordu. Tekne biraz daha yaklaşınca üzerimize yanaşmasını işaret ettik. Dümendeki adam kalkıp baş halatını fırlattı. Halatı yakalayıp Uzaklar’ın kıçına bağladık. Dümenci de içeri atladı.
İki metre boyunda, kırmız suratlı, kır saçlı dev gibi bir adam karşımızda duruyordu. “Bom tarde” diyerek elini uzattı. Vicente ile böyle tanıştık. Tanışıklığımız kısa sürede ilerleyip güzel bir dostluğa dönüştü. Demir yerinde kaldığımız süre içinde sık sık ziyaretimize geliyordu. Brezilya’nın kuzey doğu sahillerindeki balıkçıların kullandığı, “Jaganda” adı verilen geleneksel tarz teknesini Sao Paulo’da kendi elleriyle inşa etmiş, sonra da denizden buraya kadar getirmişti.
Böyle küçücük bir tekneyle bu kadar uzun yolu nasıl yaptığını merak ediyorduk. Ancak daha sonra anlattıklarını dinleyince Vicente için bunun sıradan bir yolculuk olduğunu anladık. Yıllar önce çok daha uzun ve zorlu bir seyahat yapmıştı. Kanosuyla kuzeydeki Recife’den çıkmış, sadece kürek çekerek bin beş yüz mil kat ettikten sonra Florianopolis’e varmıştı. Onun da Vilfredo Shurmann gibi ünlü bir denizci olduğunu düşündük. Brezilya televizyonları için belgesel hazırlayıp hazırlamadığını sorduğumda güldü, “Yok öyle bir şey. Ben kendim için gidiyorum.”
Kanosu sahildeki tek katlı evinin bahçesinde duruyordu. Tekneye bazen bu kanoyla, bazen de Jaganda’sıyla geliyordu. Geldiğini bukinasının sesinden anlıyorduk. Kocaman bir deniz kabuğunu boru gibi çalarak gelişini haber veriyordu. Her defasında yanında ufak bir hediye getiriyordu. Kendi pişirdiği bir somun ekmek, üzerine sürmek için biraz tahin ya da bir kutu bal… Bir keresinde de çalmamız için büyük bir deniz minaresiyle ağaçtan oyduğu bir ‘Kahanka’ getirmişti.
Yerliler Kahanka’yı şans getirmesi için teknelerinin başına koyuyorlarmış. Son geldiğinde ise elinde neye benzer bir çalgı vardı. Bunun Amazonya’daki şamanların özel ayinlerde kullandıkları, bambudan yapılmış bir çalgı olduğunu söyledi. Yerlilerin arasında uzun süre yaşadığı için bu çalgıyı çalmayı çok iyi beceriyordu. Dudaklarını büzerek içine üflediğinde çalgıdan insanın içini titreten büyülü bir ses çıkıyordu.
Vicente’la beraberken kendimizi çok iyi hissediyorduk. Çevresine insanı rahatlatan bir elektrik yayıyordu. Bunu hissedebiliyorduk. Bir akşam teknede misafirimiz olarak kaldı. Sabah kahvaltı yaparken, biz sorunca ailesinden bahsetti. Evliliklerinin bir türlü yürümediğini anladık. İlk eşi denizi sevmiyordu. Kanosuna sadece bir kere binmişti. Şimdiki eşinin de denizden hoşlanmadığı anlaşılıyordu. Sanırım o da henüz Jaganda’sıyla deniz açılmamıştı. Ciddi, işinde gücünde bir hanımdı. Büyük bir devlet kurumunda çalışıyordu. Kocasının da kendisi gibi olmasını istiyordu.
Ama Vicente yerinde duramıyordu. Kahvaltı sofrasında otururken bile kıpır kıpırdı. O, hep bir yerlere gitmek isteyen tür insanlardandı. Çevresindeki ‘normal’ insanlara uyum sağlayamadığının kendisi de farkındaydı. Bunu da açık sözlülükle dile getiriyordu. “Benim ayaklarım yere basmıyor, aklım da bir karış havada…” diyordu.
Kendi yarattığı hayal dünyasında yaşıyordu. Şimdi de, eğer eline biraz para geçerse, kamarası da olan daha büyük bir Jaganda yapmak istiyordu. Bununla uzak denizlere gitmeyi hayal ediyordu. Ama plan kurmuyordu, sadece hayal kuruyordu. Demir yerinde biraz daha kalıp Vicente’ın hayal dünyasına ortak olmak isterdim. Ancak bizim güneye gitmemiz gerekiyordu. Onun gibi başıboş olamazdık. Bizim planlarımız vardı.
Dip Not: Vicente ile ortak konuşma lisanımız yoktu. O bizim bildiğimiz dilleri, biz de onun bildiği dilleri bilmiyorduk. Ama birbirimizi çok iyi anladık. Sanırım aynı lisanı konuştuğumuz birçok kişiden bile daha iyi anlaştık. Kendisinden ayrıldıktan sonra Sibel şöyle dedi, “Meğer insan aynı lisanı konuşmadan da anlaşabiliyormuş. Böyle bir şeyin olabileceğine hiç ihtimal vermezdim.”