Wiencke Adasının batısındaki koy bu suların en korunaklı demir yeri. Adı Lockroy… Hilal şeklindeki koyun güneyine demirliyoruz. Koyun kuzey ve doğu yakasındaki buzul tam karşımızda bir duvar gibi yükseliyor. Artık tecrübe kazandık. Buzulların yakınına veya altına demirlemiyoruz. Büyük buz parçalarının nasıl kopup aşağılara yuvarlandığını gördük. Devasa buz parçalarının tepemize yıkılabileceği yerlerden uzak duruyoruz.
Burası Antarktika… Hammaddesi buzdan bir kıta… Biz ne kadar uzak durmaya çalışsak da buzlar gelip bizi buluyor. Gökgürültüsüne benzer seslerle aşağıya, denize yuvarlanan buz kütleleri işte burada da Uzaklar’ı buldu. Çevremiz irili ufaklı buz parçalarıyla sarılıyor. Hepsi bir olmuş, teknenin üzerine abanıyor, demirimizi taratmaya çalışıyorlar. Sanki kendi evlerine izinsiz giren bu yabancılara tahammülleri yok. Onları kovmaya, uzaklaştırmaya çalışıyorlar.
Elimizdeki uzun kakıçlarla biz de onları itiyor, kendimizden uzaklaştırmaya çabalıyoruz. Böyle karşılıklı itişirken koya bir tekne giriyor. Buzlarla itişmeyi bırakıyor, ilk defa gördümüz bir şeye bakar gibi, buzların arasında zikzaklar yaparak yolunu bulmaya çalışan yelkenliyi izliyoruz. Sibel: “Aaa, bunlar bizim Vikingler değil mi…” diyor. Teknenin gönderinde Norveç bayrağı dalgalanıyor, adı da Anne Mari. Evet, Puerto Williams’ta tanıştığımız Norveçlilerin teknesi bu.
Vikingler telsizle arıyor. Vernadsky adlı Ukranya üssünden geliyorlarmış. Bu sene oraya ulaşabilen ilk tekne olmuşlar. Uzun zamandır başka insan yüzü görmemiş Ukranyalılar kendilerini çok sıcak karşılamış. Ayrlırlarken de votka ve et vermişler. Yani kumanyaları sağlammış. Bizi akşam yemeğine davet ediyorlar. Sibel hemen kakaolu bir tatlı yapıyor. Dumanı tüten kabı güvertedeki buzun içine yatırıyor. Sonra dönüp bana izahat veriyor: “Biz gidene kadar hazır olur!”
Beş Norveçliyle masaya oturuyoruz. Kamarada toplam yedi kişiyiz, ama bana daha fazlaymışız gibi geliyor. O zaman Norveçlilerin birini iki kişi saymak gerektiğini hatırlıyorum. Şili’deki ilk tanışmamızdan sonra kendilerine ‘Viking’ lakabını takmıştık. Her biri benim iki cüssemde beş arkadaş Uzaklar’ı ziyarete geldiğinde kamaranın içine sığmamışlardı. Ayağa kalkınca iki büklüm yürümek zorunda kalıyorlardı.
Yemeği Edvard hazırlıyor. Norveç radyosunda çalışan Edvard’ı hep üzeri tüylü bir bezle kaplı bir mikrofonu tutarken görmüştük. Buradaysa kuzineye geçmiş tavanın sapını tutuyor. Akşam yemeği olarak Arjantin bifteği pişirmiş. Yanında patates ve soğan kızartması… Onun yanında da sebzeli garnitür. Haftalardır et yüzü görmemiştik. Kibarlığı bırakıp yumuluyoruz!
Masanın ortasında büyük bir şişe duruyor. Ukranyalılardan aldıkları şişelerden biriymiş. İçi votka dolu… Anlatıyorlar… Üsteki Ukranyalılar içtikleri votkayı kendileri damıtıyormuş. Bir kilo şekerden bir litre votka çıkıyormuş. Teknedeki stoktan 20 kilo şeker verince pek sevinmişler. Merak edip soruyorum: “Orada bilimsel araştırma yerine votka mı yapıyorlar?” Sibel ekliyor: “Belki de buzdan votka yapmanın yolunu araştırıyorlardır!”
Edvard küçük bardakları tazelerken soruyor: “Siz müslümansınız ama içiyorsunuz?..” Benim yerime yanındaki arkadaşı cevaplıyor: “Ben Türkiye’ye gittim, onlar farklı. Atatürk’ten sonra orada çok şey değişti…” Karşımdaki Viking’in Atatürk’ten öncesini nasıl biliyor olabileceğini düşünürken bu kez yanımdaki soruyor: “Yani siz ‘Euro Muslim’ misiniz?” Allah allah, bu da nereden çıktı şimdi… Anadolu İslamı dese belki bir iki laf edebilirdim, ama dediği tanımı ilk defa duyuyorum. En iyisi konuyu değiştirmek… Önümdeki yüksük kadehi tutup kaldırıyorum: “Hadi dostlar… Skol, şerefe…”