Korent Kanalı’na bir Türk gemisinin (Mine-S) arkasından giriyoruz. Mine-S 6.5 metrelik derin su çekimi nedeniyle çok yavaş hareket ediyor. Hızı 1 mili bile bulmayan geminin peşinde, onun süratine ayak uydurmaya çalışarak, sürünür gibi ilerliyoruz. 3 mil uzunluğundaki kanalı geçmemiz 2 saatten fazla sürüyor.
Kanalın doğu ağzı Ege’ye açılıyor. Hafif hafif esmeye başlayan bir rüzgâr yelkenleri dolduruyor. Bu rüzgâr adeta eski bir tanıdık… Yönü için pusuluya bakmama bile gerek yok, onu kokusundan tanıyorum; ‘Meltem’! Ege’nin deniz kokulu rüzgârı Uzaklar II’yi Ege’de bir uçtan diğerine uçarcasına geçiriyor.
Yolda Türk gemilerine rastlıyoruz; Sinan Atasoy, Furkan… Güney Okyanusu’nda seyreden denizciler bir şeye içtenlikle inanırlar. Tekneleri ne kadar güçlü olursa olsun, eğer üzerinde adları yazılı bir Güney Okyanusu dalgasına rast gelirlerse orada her şey o anda biter. Şans o suların son söz söyleyicisidir.
Son Anda
Çok şükür o sularda üzerinde adımız yazılı bir dalga bizi bulmadı. Ta buralara kadar selametle geldik. Ama Ege’de, hem de kendi sularımıza bu kadar yakınken son sürat yaklaşan bir gemi her şeyi bitirecekti. O geminin üzerinde adımın yazılı olması ise herhalde kaderin kötü bir cilvesi olacaktı!
Sinan Atasoy’un tecrübeli süvarisi Soner Bektaş son anda gemisinin kontrolünü ele alınca, kötü kader de Uzaklar II ve mürettebatına değmeden kıçımızdan sıyırarak uzaklaşıyor. Gece karanlığında, gene Allah korudu, diyen endişeli gözlerle arkasından bakıyoruz.
Sibel sabah vardiyasına kaldırdığında, yeni doğmaya başlayan güneşin ışıkları karşıdaki kayalık bir sahili aydınlatıyordu. Gri kayalar, aralarında yeşil makiler, bildik bir manzarayı işaret eder gibiydi. Uykulu gözlerle puslu karaya bakıyorum. “Datça yarımadası…” diye tanıtıyor Sibel.
İnşallah yarın öğle saatlerinde Marmaris’teyiz. Dört aydır neredeyse hiç durmadan yol alıyoruz. Horn Burnu sularından buraya kadar kaç bin mil yaptığımızı daha hesaplamadım, ama ikimiz de çok yorulduk. Hem fiziken, hem manen… Sanırım biraz dinlenmeyi hak ettik.